top of page

“BEDREDDİN” KİTABININ ESİNİYLE: İSYAN OLGUSU VE ŞİİRİ

Yazarın fotoğrafı: Sadettin ElibolSadettin Elibol

Başlangıcı binlerce yıl geriye giden Türk tarihi kuşkusuz önemli isyan olaylarını (olgusunu) da barındırır. Ne var ki genel Türk tarihi alanındaki eserlere bakıldığında bu olgunun yeterince ele alınmadığı görülür. Bu saptamanın, İslam öncesi Türk tarihi kitapları için daha bir geçerli olduğu söylenebilir. “İslamlaşma” sonrası Türk tarihi önceki dönemlere göre daha fazla çalışılmış; bu da ister istemez isyan olgusuna dair örneklerin ele alınmasını gerektirmiştir.


Kimilerinin “kutsallık” atfettiği “İslamlaşma” konusunda -bilindiği gibi- yanlış bir kabul yaratılmış; insanımızın ezberine sunulmuştur.


Oysa namuslu (gerçekçi) tarihçilerin gösterdiği gibi söz konusu süreçte oldukça kanlı savaşlar yaşanmış; on binlerce Türk katledilmiştir.


Tarihsel gerçek açık ve seçiktir: Yukarıdan ön Asya’ya doğru ilerleyen Türkler, güneyden gelen Arap-İslam ordularıyla karşılaşmışlar; çarpışmalar, zaferler ve yenilgilerle devam eden uzun bir zaman aralığında önce uzlaşmışlar, sonra da -bir ölçüde- “İslamlaşmışlar”dır.


Bu tarihsel karşılaşma, cihatçı (ve yağmacı) Arap ordularına direnmeyle, savaşla, bir tür isyanla başlamış, geçici zaferler elde edilmiş, yenilgiye uğranmış, kimi komutanlar bazı yerlerde uzlaşmacı tutumlara girmişler; tam da bu nedenle yukarıdan aşağıya doğru “İslamlaşma süreci” başlamıştır.


Daha açık söylemek gerekirse, söz konusu süreç büyük katliamlar, yağmalar ve köleleştirmeler içerir: Kitlesel katliamlarla yetinilmemiş, kentler aylarca yağmalanmış, sayısız Türk çocuğu Arabistan’a köle olarak götürülmüştür.


Tarihsel gerçek bu kadar yakıcıyken “uzman” geçinen kimileri anılan süreci “şereflenme” olarak niteleyebiliyorlar.


Bu niteleme hem utanç verici hem de aşağılayıcıdır: Söz konusu süreçten önce yaşamış olan Türkleri “şerefsizlik”le suçlamayı ve aşağılamayı içerir.


Kaldı ki binlerce yıllık tarihleri boyunca “İslamlaşma”yan Türkler de vardır: Budist Türkler, Şintoist Türkler, Hıristiyan Türkler, Musevi Türkler vb.


“İşlamlaşma”mış bu Türk toplumları hangi ahlakla “şerefsiz” sayılabilir, aşağılanabilir?

Kim anımsamaz: Söz konusu tipler aynı suçlamayı Yıldırım’ı Ankara ovasında yenen Emir Timur için de yaparlar; dahası Yavuz’la savaşıp geri çekilen Safevi Türk hükümdarı Şah İsmail için de kullanırlar.


Anılan süreçte, üzerinde mutlaka durulması gereken önemli bir tarihsel gerçek de şudur: Arap-Abbasi halifeliğini koruyan-kollayan Tuğrul Bey’in tutumu!


Bilindiği gibi Tuğrul Bey, Abbasi halife sarayının karşısına ordusuyla yerleşir; onun kızıyla evlenir ve bir ilke koyar.


Onun halifeye dayattığı ve kabul ettirdiği önerisi şudur: “Dünya işleri benim, din işleri senin alanındır.”


İşte Tuğrul Bey’in koyduğu bu ilke, “Türk-İslam tarihi”nde ilk laik tutumun göstergesidir.

Ne yazık ki aynı tutum, sonraki dönemlerde (Medreseli Selçuklu ve Osmanlı’da) sürdürülememiştir.


Tuğrul Bey’in bu ilkesi, bilindiği gibi ancak 20. Yüzyıl başı Anadolu’sunda Anayasal uygulama olabilmiştir. Cengiz Özakıncı’ya göre O Büyük Yalnız, askerî lisede Şıpka kahramanı Süleyman Hüsnü Paşa’nın “Dünya Tarihi” kitabını da okur. İçinde, Fransız Doğubilimci Joseph de Guignes’nin “Histoire générale des Huns, des Turcs, des Mogols, et des autres Tartares occidentaux (Paris 1958) eserinin Türklerle ilgili bölümünün çevirisi de vardır. Fransız düşünürü Voltaire gibi Gazi Paşa da Tuğrul Bey’in laik yönetim ilkesini aynı metinden öğrenir; devrim sürecinde onu örnek alır.


Selçuklu ve Osmanlı’da laik tutumun terkedilmesinin kuşkusuz çeşitli nedenleri vardır. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı, “imamet teorisi” adıyla üretilen yaklaşımdır.


İlgilisi bilir: Kelam kitaplarının ilk örneklerinde “imamet” konusu yoktur. Sonraki yıllarda “imanın parçası” sayılarak Kelam’ın vazgeçilmez konusu haline getirilmiştir.


Bu yaklaşıma göre, Müslümanların, başlarında kendi dinlerinden bir “imamı” (sultanı) olacak ve “ona mutlak itaat edilecektir.”


Söz konusu yaklaşımın temelinde, devleti, -Platon’da olduğu gibi- bir “üst ilke”yle sağlama alma ve “ebedî kılma” düşüncesi vardır: Devlet (sultan), burada artık “aşkın varlık” niteliğindedir; “ahali ona itaat etmekle mükelleftir”; bu “gönüllü kulluk”la “Tanrı’nın hoşnutluğu kazanılmış olacaktır.”


Peki bu yaklaşımı savunanların günümüz ardılları ilk dört halifeden (imamdan) üçünün öldürüldüğünü, o kent (site) devletinin de “ebediyen yaşasın” diye kurulduğunu, buna rağmen kırk yılda üç büyük iç savaşla yıkıldığını bilmezler mi?


Bilirler kuşkusuz: buna rağmen sultana (imama) kutsallık atfederek ona “ebedilik” kazandıracaklarını umut ederler; “itaati farz sayma”nın nedeni tam da budur.


Ancak söz konusu “ebedileştirme” çabaları sonuçsuz kalmış; anılan devletler (sultanları ve imamlarıyla birlikte) tarih biliminin inceleme nesnesi haline gelmiştir.


Çoğunluk Selçuklu ve Osmanlı tarihçisi bu devletlerdeki isyan olgusunu ele almazlar; mecbur kaldıklarında da şöyle bir değinip geçerler.


Ülkemizde, istisna tarihçiler arasında Mustafa Akdağ’ın özel bir yeri olduğu söylenebilir.

Akdağ, Osmanlı tarihinde isyan olgusunu “Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası” olarak tanımlar. Saptamasını, belli bir “kronoloji” içinde, -örnek başkaldırılarla- kılı kırk yararcasına temellendirir.


O, anlattığı başkaldırıları haklı olarak “Celalî İsyanları” alt başlığıyla verir (Bkz; Türk Halkının Dirlik Düzenlik Kavgası (YKY, 3. Baskı, İstanbul, Şubat 2017)


Osmanlı dönemini “cennet” gibi betimlemeye çalışan kimi tarihçiler, Akdağ’ın bu nesnel, kapsamlı ve oylumlu eserini görmezden gelebilmişlerdir. Görebilenler de asla yanlışlayamamışlardır.


Osmanlı, kuruluş süreci sonrasında, içinden çıktığı Türk halkına yabancılaşmış; “kandaşlık” temelinde var olan eşitlikçi düşünceyi terk ederek zulüm ve yoksulluk kaynağına dönüşmüştür.


Celali İsyanları, 1550’de başlamış, 1610’a kadar sürmüştür; “köylü ve Orta Çağ karakteri” taşıdığı için başında Kuyucu Murat Paşa’nın olduğu sultan ordusunca bastırılmış; on binlerce Türk katledilmiştir.


Hem Yıldırım Beyazıt’ın yenilgisinden sonra başlayan ilk isyanlar hem de Celali isyanları Batı’daki “köylü isyanları”nı andırır; o nedenle “ezilebilmişler”dir.


Tekrarlamak pahasına vurgulayalım: Osmanlı’da, söz konusu dönemde oldukça erken başlayan yabancılaşma “siyasi ve ekonomik soysuzlaşma” olarak somutlaşmış; isyanlar doğmuş; hepsi de -hayal gücüne bile sığmayan- katliamlarla bastırılmıştır.


Bilindiği gibi söz konusu yabancılaşma dağılışa ve yıkılışa kadar sürmüştür.


Dağılış ve yıkılış sürecinin sultanı, Anadolu Türk halkının Bağımsızlık Savaşını bastırmak amacıyla TBMM ordusuna karşı İngiliz ve Yunan destekli paralı ordu göndermiş; içeride çok sayıda destek güruhu oluşturmuş; buna karşın başarılı olamamıştır.


Daha önce vurgulandığı gibi sultanın bu utanmazlığı, “saltanatın kutsallığı, ona itaatin farz olduğu” safsatasının arkasına gizlenmiştir; buna karşın hem kendisi hem taraftarları hem de iş birliği yaptığı “düvel-i muazzama” yenilmiştir.


Türk Bağımsızlık Savaşı, özü ve mantığı gereği kimi uzman dikkatlerce “isyan”, “ihtilal” ve “kurtuluş” olarak tanımlanmıştır. Örneğin, Hasan İ. Dinamo “Kutsal İsyan”, Sabahattin Selek “Anadolu İhtilali”, Doğan Avcıoğlu “Milli Kurtuluş” ifadelerini kullanır.


Farklı tanımlar, Mustafa Kemal’in başlattığı ve yürüttüğü bu kurucu ve yaratıcı hareketin özüyle ve mantığıyla tam bir isyan niteliği taşıdığı gerçeğini -kuşkusuz- değiştirmez. Çünkü hem emperyalizme hem de içerdeki iş birlikçilere karşı -sözcüğün tam anlamıyla- bir isyan söz konusudur.


İsyan, kurulan Yeni Türkiye’de, romanımıza olduğu kadar şiirimize de -önemli ölçüde- yansımıştır.


Söz konusu yansımalar çok sayıda şairin şiirlerinde görülebilir. Örneğin, Cahit Külebi, Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Attila İlhan bu şairlerin başında gelen büyük isimlerdir.


Nazım Hikmet, kuşkusuz Türk şiir evreninde dünya edebiyatına mal olmuş; evrenselleşmiş durumdadır.


O yaşanan görkemli isyanı (ve liderini) anlatmakla kalmamış; Osmanlı döneminde bu olgunun simge isminin şiirini de yazmıştır: Bedrettin!


Türkçede Bedrettin üzerine hem çok sayıda hem de sıradan eserler ve makaleler yazıldığı söylenebilir.


Bu çalışmalar, Nazım’ın o ünlü şiiriyle, Bedrettin’i gündeme getirişiyle başlamıştır.


Sözün burasında -O Büyük Yalnız’dan önce- Osmanlı’da isyanın simgesi olan Bedrettin konusunda yayınlanan çok yeni bir eserden söz etmemek haksızlık olur: Kaya Ataberk’in “Bedreddin”i (İleri y., İst. 2024).


“Bedreddin” kitabı on bölümden oluşuyor. Her bölüm, Nazım’ın “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan bir parçayla açılıyor. Böylece “yaşamı ve mücadelesi”nin ayrıntılarında görülecek tabloya hazırlık yapılıyor; sayfalar okunurken destan parçalarının yarattığı nabız atışları daha bir hissediliyor.


Ataberk, her bölümde Bedrettin’in hikâyesini döneminin ekonomik, siyasal, kültürel ve dinsel koşulları temelinde veriyor; ama bunu yaparken Devrimci’nin bireysel psikolojisini, arayışlarını, karşılaşmalarını da kılı kırk yararcasına vermeye özen gösteriyor.


Buna göre 1338’de Simavna’da doğan Bedrettin, oldukça genç bir yaşta “öğrenme iştiyakı”nın itkisiyle “Osmanlı mülkü”nün çeşitli merkezlerine gider; Bursa, Konya, Kudüs, Kahire, Tebriz, İzmir vb. yerlerin ünlü “ilim ve tasavvuf büyükleri”yle görüşür; derinleşir ve bir sonuca varır.

Aile kökeni Selçuklu bir gaziler ailesine dayanan Şeyh Bedrettin artık “dinsel görünümlü” de olsa “eşitlikçi bir toplum ve dünya tasavvuru”nun peşindedir.


O, bu düşüncesini (tasavvurunu) şöyle temellendirir: Evren Tanrı’da, Tanrı da evrende içkindir. Bu da var olanın sadece “Mutlak Varlık” olduğunu gösterir.


“Mutlak Varlık” yeryüzünde hiçbir insana ayrıcalık tanımadığına göre herkesin eşit olması; dolayısıyla zulmün ve sömürünün ortadan kaldırılması zorunludur.


Eğer yeryüzünde eşitlikçi bu ideal gerçekleştirilebilirse “öbür dünya cenneti hayali” peşinde ömür tüketmeye gerek kalmayacaktır. Çünkü cennet burada, bu dünyada yaşanıyor olacaktır.


Bedrettin, bu düşüncesiyle (ve isyan pratiğiyle) Osmanlı Türk tarihinde “biricik” olarak tanımlanabilecek tartışmasız devrimci bir kişiliktir.


O, Nazım Hikmet’in ifadesiyle, yüzyıllar önce yaşamış olan bir “millî gurur” örneğidir.


Kuşkusuz, dünyaya mal olmuş son büyük “millî gurur”umuz, kurtarıcı ve kurucu “Türk ulusu” O Büyük Yalnız’dır.



Meraklısına notlar:

1. Osmanlı döneminde isyanın simge isimlerine dönüşen başkaları da vardır. Örneğin, Köroğlu, Dadaloğlu ve Pir Sultan Abdal bunların başında gelir.


2. Sanırım, Kaya Ataberk’ten -aynı titizlikle- anılan isimlerin kitabını yazmasını istemek de hakkımızdır.

Evet… Önce kendi tarihimizdeki isyan simgelerini tanımak ve bilmek durumundayız.


3. Kuşkusuz, başka toplumlardaki benzer isimler de önemlidir. Örneğin, 20. Yüzyıl Latin Amerika’sında Che bunlardan birisidir; hakkında epey eser vardır. En son yayınlanan da Hazar Arısoy’un kapsamlı ve oylumlu “Che”sidir (İleri y., İst. 2023).

Che’den söz etmişken, 1990’lı yıllarda Türkiye ziyaretine gelen Fidel Castro’nun İstanbul’da bir öğrencinin sorusuna verdiği yanıtı anımsatmak yararlı olabilir.

O konuşmada Fidel, kendisine hayranlığını dile getirerek soru soran öğrenciye bakın ne diyor: “Sizin hayran olmanız gereken Mustafa Kemal’iniz var; bizlerin ilham kaynağı odur!”


4. Kimileri isyan olgusu dolayımında bazı şairler ve şiirlerden söz eden bu metinde İsmet Özel’den niçin bahsedilmediğine şaşırabilirler.

Onun “Evet İsyan”daki şiirlerini elbette severim. Yirmili yaşlarımda (1970’lerin ortalarında) öğrencim olanların en azından bazıları kendilerine o şiirleri zaman zaman okuduğumu çok iyi anımsarlar.

Ahmet Çiğdem haklı sayılsa bile şu da rahatlıkla ileri sürülebilir: İsmet Özel o şiirleri Ataol Behramoğlu’yla birlikteyken yazabilmiştir. “Süper mürşit” gibi o da artık son dönem “şiirleri”yle tam bir “inşaatçı”dır. “Doğmatizmle malûl tebliğcilik”le şiir yazılmıyor. (İlk kitabından sonraki düz yazıları da ne yazık ki “modern cübbeli”yi andırıyor).

 
 
 

Son Yazılar

Hepsini Gör

Toplum, Karşı-Toplum ve Bir Kitap

Öncelikle Yüzyılın 100 Türk Romanı eseriyle edebiyat dünyamızda kalıcı bir iz bırakan Giresunlu Eleştirmen Fethi Naci’nin...

Comments


BİZİMLE İLETİŞİME GEÇİN

Gönderdiğiniz için teşekkür ederiz!

Sadettin Elibol © 2021. All Rights Reserved.
bottom of page